Her geçen gün soframızdaki ekmeğin, sebzenin, meyvenin hikâyesi biraz daha zorlaşıyor.
Tarım, bugüne dek sessizce sırtımızı yasladığımız kadim dostumuzdu. Şimdi ise toprağın sessizliği, suyun çekilişi, üreticinin yorgunluğu ve suskunluğu bir çığlığa dönüşüyor.
Artık tarlalarda, seralarda bereket yerini endişeye bırakıyor.
İklim değişikliği, kuraklık, aşırı sıcaklar, üretim maliyetleri, gençlerin toprağa temkinli yaklaşımı derken… Tüm bu sorunlar üst üste bindiğinde, küçük bir çiftçinin ayakta kalabilmesi mucizeye dönüşüyor.
Eskiden tarım bir aile geleneğiydi. Bugünse birçok köyde yaş ortalaması 60’ın üzerinde. Gençler büyük şehirlere kaçıyor; çünkü tarlada, serada geçim umudu bulamıyor. Oysa toprağın ve üretimin geleceği, genç ellerin emeğine muhtaç.
Öte yandan, su kaynaklarımız da alarm veriyor. Plansız sulama yöntemleriyle israf edilen su, geri dönüp kapımızı susuzlukla çalıyor. Artık her karış toprağa, her damla suya gözümüz gibi bakmak zorundayız. Sürdürülebilir tarım, modern sulama teknikleri ve bilinçli üretim modelleri konuşulmadan bu sorununu aşamayacağız gibi gözüküyor.
Bugün alışveriş sepetimize kolayca giren her ürün, yarın bulunmaz bir lükse dönüşebilir. O yüzden tarım politikasını sadece üreticiye bırakmak adil değil. Tüketici olarak bizlerin de sorumluluğu var: Yerel üreticiyi desteklemek, israfı azaltmak, doğaya dost ürünleri tercih etmek hepimizin ana sorumluluğu olmalı diye düşünüyorum.
Unutmamalıyız ki! Toprak susarsa, bir gün sofralarımız da susar.
Bugün toprağın sesini duyanlar, yarın hayatı koruyanlar olacak.